Durup bir düşündüm geçenlerde. Ama Facebook ne düşündüğümü sorduğu için değil. Kendi istek ve irademle, oturdum, düşündüm… Hayat çok kalabalık ve karmaşık geldi bir an için gözüme. Sanki küçük bir bavula, bir gardrob eşyayı zor bela tıkıştırmışsın da, yanlarından da elbise parçaları sarkıyormuş gibi bir görüntü belirdi zihnimde. Ne çok şey doldurmuşum yahu dedim, hepsi çok elzemmiş gibi. Bavul patladı patlayacak ben hala bir şeyler daha sokuşturma peşinde? Ne zaman biriktirdim bu kadar ıvır zıvırı, lüzumlu lüzumsuz? Yapılacaklar listem öyle bir kabarmış ki, değil kafamı kaşımak, kaşındığını fark edecek zamanım yok! İşte bunu düşünmemle, hızlı bir zaman yolculuğuna çıkmam bir oldu. Hem de öyle bir gittim ki zamanda geriye, Hollywood’un Oscar’lı görsel efektleri hiç kalır yanında. Bir baktım, karşımda ak sakallarıyla nur yüzlü dedem. Bir baktım, karşısında bezelye kadar ben! “Çok sıkıldım ben dedeee!” diye koşuşturuyorum evin içinde. Kafasını, dörde katlayarak okuduğu gazetesinden kaldırmış; “Benim hiç canım sıkılmadı ömrümde.” demişti. Herhalde duyduğum en imkânsız şeydi?  Nasıl olabilir, havsalam almamıştı. İnanmamıştım elbette, buna kanacak kadar saf mıydım? “Her zaman yapacak şeyim vardır benim.” demişti; “Can ne zaman o kadar boş vakit bulup sıkılacak?” İşte kendi irademle oturup düşündüğüm o gün; biri şu zamanı durdursun veya uyuma zorunluluğu kalksın gibi kendini bilmez çareler peşinde olduğum o gün; “Anladım seni canım dedem!” dedim, “Keşke vaktim olsa da sıkılsam…”

Bu hayat ne ara hızlandı bu kadar? Hatırlıyorum eskiden bir hafta, aylar sürerdi. Nasıl tüketsek, harcasak bilemediğimiz o saatler, hangi ara karaborsaya düştü? Bileydim kırpardım o zamanlar bol gelen günlerden, dar vakitlerime yamalar yapardım. Akıl işte, ne derdi varsa, hep arkadan geliyor.
Böyle gezinir dururken küçüklüğümde, üzerimde çok emeği olduğundan olsa gerek, rahmetli babaannem belirdi sisli puslu sahnemde. O kek yapardı ben onu izlerdim küçüklüğümde. Eliyle karıştırırdı yalnız, mikserla, blenderla falan değil. Artık nasıl bir kol gücüyse o, durmadan karıştırır, ben hipnotize olmuş gibi izlerdim. Öyle bir kabarırdı ki o kek, değme mutfak robotları robotluğundan utanır.

Babaannemin “id” i var mıydı acaba dedim; dedemin “süperego”su? “Psikoloji” var mıydı o zamanlar sahi merak ettim? Biz gibi, bilincin altını üstüne getiriyorlar mıydı? Sanki herşey üstündeydi bilincin, ortadaydı. Sanki çok gerçek, çok sahiciydi hayatları.

Dedem, Selanik’ten kaçtıklarında kundaktaymış, öyle anlatırdı. Babaannem hatırlarım, asla atamazdı, toplar dururdu yoğurt kaplarını. “Savaş görmeyen nesil adam olmaz.” derdi ninem, “Kıymet bilmez.” Ninem derken de elim sürçmedi bu arada, ben küçükken dedemin annesi hayattaydı. Hem de hakiki bir hayattan bahsediyorum. Evladını kundağıyla kaçıran o yürekli kadın, caz dinleyip dans etmeye de gitmiş fırsatını bulduğunda.

Egolardan, bilinçaltından, farkındalıktan, yüzleşmelerden, bastırmalardan, yansıtmalardan var mıydı haberleri bilmiyorum? Misyondan, vizyondan, özgüvenden zengin; tatminsizlik, memnuniyetsizlik, mükemmeliyetçilik ve panik ataklardan muzdaripler miydi? Yaşamayı bir benlik kaygısı haline getirmişler miydi? Secret’tan falan haberi yoktu babaannemin biliyorum ama, çok sevdiği Tevfik Fikret şiirlerini ezbere okurken, belli ki kendi sırrına çoktan vakıftı.

Dedem ise her zaman, bizim bir punduna getirip de yakalayamadığımız o “AN” daydı. Zamanının kıymetini bilen, ona hürmet eden, keyfini çıkaran, saniyesine kıymayan ve tüm bunları da hiç zorlanmadan yapan bir tabiatı vardı. Her ne işle meşgulse onu büyük özenle yapardı, sabırla. Hattatlığı vardı, yazarlığı vardı, okurluğu vardı. İlgileri, merakları, hevesleri vardı. Bilgiye hem saygısı hem sevgisi vardı. Ve bir de dedemin “şükür kumbarası” vardı. Dermanı yetip de yürüdüğü her yol için, bir dolmuş parasını kumbaraya atardı. Ne paralar birikirdi orda, ne bereketli, uğurlu paralar. Tamamı okullu çocuklarındı; kimine kitap, kimine önlük, kimine gözlük olurdu.

Dindar değildi bizim büyükler, ama dedemin, ne zaman duysam beni güldüren bir duası vardı. “Ben,” derdi “ verdiklerine şükür ama vermediklerine binlerce şükür ederim Rabbimin.” Kuş kadar beynimle, dalga geçerdim: Ne saçma dua o dede! Vermediği şeye neden teşekkür edelim? Şimdi yazarken beni ağlatan, o muzip bakışıyla o da bana gülerdi: “Sen neler vermediğini bilsen, şükretmekle kalmaz, zil takıp oynardın.” derdi.

Ne kadar dingin, ne kadar zengin, ne kadar farkında yaşamlardı. Zannediyorum ki, gayet bilinçüstü idi herşey, yaşananlar gerçek hayattan gerçek acılardı. Tahammül denen gizli bir güce sahiplerdi. Analizlerin, terapilerin, çağrışımların, özdeşimlerin el uzatamadığı bir güç. Aceleleri yoktu bizim gibi, bir telaşla, ömürlerinin sonuna yetişmeye çalışmıyorlardı.

Babaannem ve dedem, koskoca bir hayatı beraber yaşamışlardı, hem de evlilik terapisi nedir bilmeden. Kadın-erkek, karı-koca, anne-baba, babaanne-dede olmuşlardı, hem de “Acaba aile yaşam döngüsüne uyuyor muyuz?” demeden. Mutluluğun kayıp olduğunu düşünmedikleri için, bizim yatak altına düşmüş düğme arar gibi mutluluk arayışlarımıza gerek duymamışlardı. Onlar birbirlerine dokunurken, korkmadan gözlerine bakarken, aynı koltukta yan yana sessiz saatler geçirirken, biri gazete okur diğeri bulmaca çözerken bulmuşlardı zaten mutluluğu. “Acaba sınırlarımız mı net değil, sen-ben olduk da “biz” olamadık mı bu ilişkide yoksa?” diye evhamlanmamışlardı. Onlar yaşamışlardı. Biliyorlardı ki, kendisi dışında herhangi bir şeyi ararken çıkar mutluluk insanın önüne. Biliyorlardı ki, “ben” de “biz” kadar vardı ama ezmezdi hiçbiri diğerini evlilikte.

Oysa biz, esas bilgi çağı bizimkisi diye böbürleniyoruz sağda solda. Neydik ne olduk yahu, teknolojinin zirvesindeyiz sanıyoruz. İletişimin altın çağındayız, dünya sandığımız “sanal” krallıklarda yaşıyoruz. Ama yaşam dediğin nedir ki, beyne giden bir elektrik sinyali sadece, deme cüretini dahi gösterdik bir kere. Her şeyimiz var bizim, ya da çok istersek olur. Çekim kanunumuz var çünkü, o demode yerçekimi gibi de değil üstelik. Neyi nereye istersek, bir diledik mi çekebiliyoruz. Ümitlerimiz neredeyse yok artık bizim ama ümit tacirlerimiz çok. Elimizi sallasak bir gelecek vaadine çarpıyoruz. Her şeyin hızla tükendiği bu çağda, dünya bile şaşırıyor gibi geliyor bana, ondan hızlı dönebilmemize.
Bizler şimdi muktediriz. Hepimiz kendi krallığımıza sahibiz, yalnızca kraldan ibaret, tebaası olmayan. Ayrıca en azından bir psikolojik tanı sahibiyiz. Muhakkak bir kategoriye tabi, üç-beş etiketle ne idüğü belirliyiz. Çok özgünüz zannederken, hepimiz bir örneğiz.

AVM lerimiz var, bir girdik mi, inat edersek haftalarca çıkmadan yaşayabiliriz. Her şeyi, hemen, birden, hızlıca bulabilmeliyiz. Acelemiz var, hiçbirşey için bekleyemeyiz.

Ben küçükken, Evliya Çelebi ve Küheylan vardı. Rüştü Asyalı seslendirir, Çelebi memleketi bir baştan bir başa at sırtında dolaşırdı. Ne acelesi vardı ne telaşı. Aheste aheste gezerler, ne yolun uzunluğundan cayarlardı ne de sapalığından. Hedef yoktu onlar için, yol vardı. Amaç seyahatti, her anından keyif alırlardı.

Merak ediyorum, biz “an”ları ne zaman kaybettik? Nerede unuttuk hayatı da, kendimize sanallardan bir teselli yolu seçtik? Zamanımız mı azaldı yoksa inancımız mı? Ben küçükken hayatın kendisi bir ibadetti, yaşamaksa en büyük lütuf. Biz daha iyisini ararken, temel yaşam becerilerimizi mi körelttik?

İlerledik, geliştik, medenileştik. Uzaya göz diktik, evrenin sırrı kapıda. Hızlardan hız beğendik, ışınlanmaya niyet ettik. Tabi bu kadar yükselip hızlanalım derken, kendimizden feragat ettik; ağırlıkları atıyoruz zannettik oysa hayatımızı boşalttık, gitgide değersizleştik.

Ben küçükken, insanların yaşamak gibi çok ciddiye aldıkları bir meşgaleleri vardı. Bizzat, aktif olarak, hissede, dokuna yaşamak. Acısıyla, tatlısıyla yaşamak. Tadıyla, tuzuyla, hazmederek, sindirerek yaşamak. Büyük konsantrasyon gerektiren, çok mühim bir uğraştı. Ben büyüdüm, insanların yaşamaya vakti yok. Biz çok meşgulüz, yöntemler arıyoruz hayatımızı başarabilmek için. İşimiz, gücümüz, ulaşılamaz hedeflerimiz var, durup da yaşama lüksümüz yok. Bir kere yapacak şeyimiz çok. Her şeyden önce kendimize sürekli hastalıklar icat ediyoruz, binyıllık öğretilerden yepyeni ilaçlar yapalım diye. O kadar acil ki her şeyimiz, biz yaşayabilmek için emekliliği bekliyoruz.

Ben büyüdüm, yaşamak için fırsatımı bekliyorum. Kendiminki olmasa bile,  bana miras “AN” larım var, onları arıyorum. Bir elime geçse, yaşayacağım biliyorum, genlerimde var. Ama o zamana kadar duramam, olmaz, koşturuyorum…

Bavulum çok dolu, patladı patlayacak; onu taşımaya çalışırken hiçbir yere gidemiyorum.  Ben hala fırsatım varken, onu bir boşaltıp, yeniden düzenlemek istiyorum. Hiçbirimiz zamanı harcayıp savurmıyoruz, harcadığımız şey hayatlarımız. Ben artık bir el çantasıyla yetinmek ama hareket edebilmek istiyorum. Bir lokma bir hırka, ama gülerek bakmak istiyorum hayata, “an”larımın tadına varmak istiyorum…

İzmir Life Dergisi – Nisan 2012