Rengârenk kıyafetleri, yusyuvarlak burnu, boyumdan büyük ayakkabılarıyla, çakmak gözlü, kabarık pembe saçlı palyaçoyu hıçkıra hıçkıra ağlarken gördüğümde belki kuşlardan da küçüktüm. Bir sonbahar ikindisinde, elim dedemin koskocaman pamuk ellerinde kaybolmuş, heyecanla görkemli sirk çadırına ilerlemekteydim. Hayatımdaki çok şeyi rahatlıkla unutabilirken, bu anıyı ilk günkü canlılığıyla hatırlamama sebep benim palyaçolar hakkındaki engin bilgimi yerle bir edişiydi. Tek varoluş amacı biz çocukları güldürmek olan; kendisi de gülmekten ve hayret nidaları atmaktan başka bir şey bilmeyen palyaço canlısı, ağlayabiliyor muydu??  Hayatı neşe ve eğlenceden ibaret sandığım bu büyülü yaratığın gözyaşlarının sel olup akacak kadar üzülebilmesi aklıma hayalime sığmamıştı.

Tam olarak kaç yaşındaydım hatırlamıyorum ama hiçbir şeyin göründüğü gibi olmayabileceğinden ilk şüphelendiğim yaştaydım. Herkesin bir hikayesi olduğunu ve bu hikayelerin büyük bir güçle beni çekim alanlarına aldığını ilk fark ettiğim yaşta. Usulca yanına gidip gözlerimi palyaçonun yıldız gözlerine dikmiştim. Artık orada ne görmeye çalışmış, nasıl bir şaşkınlıkla bakmışsam, hüzünle kıvrılmış nar kırmızısı dudaklar bir anda kavis değiştirip koskocaman bir gülümsemeye dönüştü. Bu da diğer bir büyülü andı benim dünyamda. Nasıl yaptığımı bilemesem de, o üzgün palyaçoyu güldürebilmiştim! Allah’ım ben nelere kadirdim? Kendimi bir nevi süper kahraman gibi hissetmiştim. Bakışında insanları neşelendirme gücü olan. Bana mutsuz görünen olur olmaz herkese her bulduğum yerde gözlerimi dikip bakma hikâyem de sanırım böyle başladı. Marifetin bakışlarımda olmadığını anlamam yıllarımı aldı ama o farkındalığa erişinceye kadar da bu bende amansız bir alışkanlık halini aldı. İsim bile bulmuştum bu oyunuma: Hikâye Bulmaca

Dünyada milyarlarca insan ve hepsinin de kendine ait milyarlarca farklı hikâyesi vardı. Benim yapmaya çalıştığımsa artık gözlerimin gücüyle insanları güldürmeye çalışmaktan çok, her hikâyenin gizemini keşfetmekti. Mesleğe girişim de sanırım bu sekiz on yaş arasındaki dönemime rastlar. Nasıl ki şarkıcılar küçüklüklerinden beri şarkı söyler, aktörler de üç beş yaşında taklit etmeye başlarlar, benimki de o hesap. Ben de kendimi bildim bileli insanları merak ederim. Önümde sıra bekleyen, sokakta simit satan, sinemada yanıma oturan, ders anlatan, çöp toplayan o insan ne düşünür, nelere üzülür, kimleri özler, hayallerini neyle süsler, en çok neden korkar, neye güler ve en önemlisi kendini nasıl bilir; sınırsızca merak ederim. Bu duygunun pençesinde, yaralarıma merhem, merakıma çare olsun diye psikoloji bölümüne zor attım kendimi. Çok sınırsız bir dünyaya çok ürkek ve bir o kadar da heyecanlı bir ilk adımdı benimkisi. İnsanlık için küçük benim için çok büyüktü. O gün bugündür kendimi algılayışım çok değişti, şekilden şekle girdi ama ne heyecan, ne tutku, ne merak, insana ait bu sihirli dünyada dolaştıkça, bir nebze bile körelmedi.

Okulu bitirip mesleğe başladığımda, her cahil gibi büyük cesarete sahiptim. Cehalet nasıl bir lütufmuş, tecrübe kendimden büyük egomu yontup pula çevirdikçe anladım. Ama o ilk gençlikte, ben yeni mezun koskoca bir psikologtum. İnsan denen muammayı çözmüştüm dile kolay! Elimden hiçbir dert, hiçbir tasa, ne obsesyon ne depresyon kurtulamazdı. Kim tutsundu beni! Kollarımı sıvadım ve kendimi ilk işimin ilk gününe büyük bir tevazuyla attım. Neler yaşadım, nasıl yerden yere vuruldum, en tepeden en dibe nasıl düştüm bu başlı başına başka bir yazı konusu. Sonuçta yıllar beni, “Herşeyi biliyorum” noktasından, Ben galiba pek bir şey bilmiyorum henüz” noktasına çok acımasızca getirdi. “Psikologum ben yahu, bir bakışta anlarım” adı verilen zirveden, “Evet 10 seans oldu ama henüz bir fikir edinmek için erken” adı verilen zeminine iniş çeşit çeşit yara izleri bıraktı o şişkin egomda. Yontulma, öğütülme süreci kalbimde ayrı zihnimde ayrı yer etti.

Tanrılığa öykünme, sonra da o hak edilmemiş tahttan düşme zordur. Kendini insanüstü gören toy psikologun, önce insanlık mertebesine erişmesi, buna cesaret edebilmesi hafif ateşte uzun bir pişme süresi gerektirir. Çiçeği burnunda psikolog ağlamayı, öfkelenmeyi, kıskanmayı, çaresizliği, yetersizliği kendine yakıştıramaz. Lüzumundan fazla tevazunun, narsizmin, içi boş egonun ilk işareti olduğuna uyanamaz. Bu işin ilmini almıştır, beş – altı sene, elli – yüz kitapla insanı çözüp atmıştır. Aslen gözünü evrenlere dikmiştir de, bir tanrı şefkatiyle kendini fanilere adamıştır. Bu ulvi duygularla sanatını icra etme çabasındayken, aşil tendonundan ölümcül yaraları almaya başlar. Bir sendeler, iki sendeler ancak başta kendine kondurmaz. Hayat bıkmadan önüne sınavlarını tekrar tekrar koyar. Terk edilip günlerce ağladığında, konuşma yaparken heyecandan saçmaladığında, kendini yalnız, çaresiz, güçsüz, yetersiz hissettiğinde, bildiği tüm bilgileri üst üste koysa da keder çukurundan çıkamadığında, aldatıldığında, yenildiğinde, depresyonun batağına düştüğünde şaşkınlık duygusu diğer tüm duygularına baskındır aslında. Ne çevresi ne kendisi, insani duyguları yakıştırmaz bizim yarı tanrıya. En ufak bir duygu zafiyetinde “sen ne biçim psikologsun” yaftası yapıştırılır alnının ortasına. Terzi kadar, doktor kadar hakkı yoktur insan olmaya.

Mış gibi yaşamayı bırakıp, maskesini atma cesareti bulduğunda en büyük sınavını verir psikolog. Çıplak gözlerle çıplak kendine bakma cesaretini bulur. Gördüğü herkese beslediği tutkulu merakın arkasında nasıl da sinip saklandığını keşfeder. Dorian Gray portresini saklayan örtüyü açmıştır. Özenle sakladığı her yara, her çirkinlik, her iz gün gibi ortadadır. Psikolog sonunda kendini yaratmıştır. Kendini bütünlemiş, dağıttıklarını toplamıştır. İşte şimdi mesleğine hazırdır. İnsan olmanın zorluklarının bilincinde, gösterilen her çabaya saygılı, duyulan her korkuya anlayışlıdır. İşte çocukken mucize zannettiği şifa gücü, gözlerine o an itibariyle gelir yerleşir. Yaralı şifacı, gözlerden yaralı ruhlara giden yolu öğrenir. Korkmadan o ruhlara dokunmayı, kendi acılarından bilir. Yaralı şifacı kendini iyileştirirken mesleğinde ustalaşır. Burnunun dikine giden genç ağacın isyankar dalları meyve vermiş; göğü yakalama iddiasından geçip kadim köklere doğru saygıyla eğilmiştir.

Bir psikolog kimseyi kurtaramayacağını ancak herkesin kendi kendisinin kurtarıcısı olduğunu anlatabildiği ölçüde muvaffak olur mesleğinde. Kahraman olma ihtiyacından özgürleşmiş, herkese kendi gücünü teslim etme iradesine kavuşmuştur. Acılarını lehine çevirebilmiş, her danışanıyla ilk defa gibi yeniden ve hevesle öğrenmiştir. En faydalı reçeteler, en etkili ilaçlar işte böyle bir damıtma sonucunda çıkar. Psikolog tüm bildikleriyle tüm yaşadıklarını yoğurur ama her kişinin iksiri yine kendi içinden alınır.

Mucizeler dünyasıdır insan psikolojisi. Çok verimli, çok elastik bir malzemedir insan hamuru. Bu mesleği seçmenin, her geçen gün yeniden aşık olmanın, insan beyninden ve bu beynin sınırsızlığından her seferinde daha çarpıcı bir şekilde büyülenmenin zevki fani psikologun tüm çektiklerine kat be kat değer.
Sonuçta şunu söylemem gerekir ki; evet psikologlar da ağlar. Psikologlar da kıskanır, psikologlar da öfkelenir, egolarına yenilir, iletişim kuramaz, kendini aşamaz, iradesine hakim olamaz, her zaman herkesi anlayamaz, hatta bile isteye anlamaz, gururuna yenilir, yanılır, inat eder. Mühim olan psikologların tüm bunları yapması değildir, mühim olan psikologların yanlış yapması hiç değildir. Mühim olan psikologların bunların hepsini, herkes kadar yapma hakkının olmadığını zannetmesi, hatalarını kabul edememesi, insan olmakla yetinememesi, kendini bilmemesidir. Psikologlar da ağlar, idarecilerin yönetememesi gibidir aynı. Ama psikolog bunu bildiği ölçüde güçlenir, hatasını gördüğü ölçüde uzmanlaşır, kendi tuzağına düşmediği ölçüde ustalaşır. Psikologlar da hıçkıra hıçkıra ağlar, ağlamaktan çekinmedikçe, yetersizlikten korkmadıkça büyür. Psikolog evet ağlar ama kendine açık kendine dürüst olduğu ölçüde iyileşir ve iyileşme yolu gösterir.
Kendine hapis, kendine mahkum tüm özgür ruhlara gitsin bu yazım. Kendi kafeslerinin anahtarlarını sakladıkları yerden çıkardıklarında, hatta bir de kilide sokup kapıyı açtıklarında, bir fani psikolog daha gülerek geçer bu dünyadan, büyüklere masallar kıvamında…

İzmir Life Dergisi – Mart 2012